Dil Çalışmalarım

Ana Sayfa >>

Kişisel Bilgiler >>
    Özgeçmiş
    Bilimsel Yayınlar
    Atıflar
    Tasarılar (Projeler)
    Bilimsel Sunuştaylar
    Yönetilen Tezler
    Dersler
    Görevler
    Diğer Yayınlar
    İletişim

Fizik/Fizik Eğitimi >>
    Fizik Deneyleri
    Nobel Fizik Ödülleri
    Öğeler Çizelgesi
    Biliyor Muydunuz?

Duyurular >>

Diğer >>
    Bilgisayar
    Bilgi Yarışması
    Sormacalar
    Yararlı Bilgiler
    Güncel Bilgiler

English >>

Dil Yazılarım

ADINI BEN VERDİM, YAŞINI TANRI VERSİN - 20.01.2015
Dr. Hasan Şahin KIZILCIK

Türkçede yeni bir terime veya nesneye ad verirken, en uygun köke en uygun ek getirilerek yapılmaktadır. Genellikle ad verme, ayırt edici özelliği veya işlevi ortaya çıkaracak biçimde yapılır. Türkçenin bu anlayışını, Türk ulusu kişilere ad verirken de uygulaması şaşırtıcı değildir. Öyle ki, toplumun diğer bireylerinden ayırt edici bir özellik sergilemeden bir kişiye ad verilmezdi. Kişinin eli ok ve yay tutup, bir özelliği öne çıkana dek “göbek adı” ile anılır ve gerçekte adsız olurdu. Dede Korkut’un “Dirse Han Oğlu Boğaç Han” öyküsünde Boğaç Han’a adının “boğa kadar güçlü” olduğunu kanıtlamasından sonra verildiği görülür. Dede Korkut, “Adını ben verdim, yaşını Tanrı versin” diyerek ad koyar. Kişi, adıyla anıldığından adı onu anlatmalıdır. Bu yüzden Kızılderililer gibi Türk adları da geçmişte anlamı ile kişiyi anlatan bir nitelik taşırdı. Dolayısıyla Türkçe sözcüklerden seçilirdi. Benzer biçimde, eski Türklerde önemli bir göreve getirilen kişiler de adlarını değiştirebilmekteydi. Örneğin bir tigin, kağan olduğunda adını değiştirir, yeni bir ad alırdı. Bu durum, kişinin artık yeni göreviyle, bunun sorumluluklarını alan yeni bir kişilik sergileyeceğini gösteren bir gösterge idi.

Türk geleneğinde bu denli önemli bir işlevi olan kişi adlarının günümüzde benzer bir işlevi olmadığı ortadadır. Bir çocuğa ad vermek için büyümesi beklenmez. Her ne kadar geçmişten gelen ve kişi adını kazanıncaya kadar verilen geçici “göbek adı” geleneği sürse de, anlamını yitirmiştir. Geçmişte hem Türkçe sözcüklerden seçilmesi hem de anlamının kişiyi anlatması özellikleriyle göze çarpan kişi adlarının yerini, ne yazık ki günümüzde anlamı bilinmeyen ve Türkçe olmayan adlar almıştır. Çoğunun anlamı bile adı koyanlarca bilinmemektedir. Örneğin; “İrem” adı Kuran’da geçtiği gerekçesiyle ad olarak konmaktadır. Ancak Kuran’da “sahte cennet” anlamına gelmektedir. Yine aynı gerekçe ile konan “Aleyna” adı Arapçada bir bağlaçtır ve “üzerine” anlamına gelir. “Asiye” adının “(Tanrı’ya) isyan eden” anlamına geldiği, yine Kuran’da geçtiği için konana Arapça “Kezban” adının “yalancı” anlamına geldiği bilinmektedir (Bu ad Farsçadaki “kahya kadın” anlamına gelen kezban sözcüğü ile karıştırılmaktadır. Oysa adın konma nedeni Kuran’da Arapça olarak geçmesidir). Benzer biçimde anlamı bilinmeden, Kimi zaman sırf Kuranı Kerim’de geçiyor diye konan adlar yanıltıcı olabilmektedir. Çünkü Kuran, yapısı gereği iyi anlamdaki sözcüklerin yanı sıra kötü anlama gelen sözcükleri de içermektedir.

Arapça bir adın kişiye verilmesinde “Kuran’da geçmesi” düşüncesinin yanı sıra, “din büyüklerine saygı” düşüncesi de etkilidir. Peygamberimizin ve halifelerin adları başta olmak üzere, İslam’ın ilk ortaya çıktığı dönemdeki din büyüklerinin adları, Arapça olması önemsenmeden çocuklara konmaktadır. Oysa bu adların çoğunun İslam öncesinde o kişilere verildiği unutulmaktadır. Örneğin, Hz. Osman, İslam yeryüzüne inmeden önce, Cahiliye döneminde doğmuş ve bu ad ailesi tarafından ona verilmiştir. Dolayısıyla anlamlar başka olabilir. Örneğin; “Osman” adı, TDK tarafından “bir tür kuş veya ejderha” olarak tanımlanmaktadır. Arapçada “yılan yavrusu” anlamına da gelmektedir. Hz. Osman dini açıdan önemli bir kişidir. Ancak adı Arap geleneklerine göre konmuştur, İslam’a göre değil… Bu da Arapça ad koymanın başka bir açmazıdır.

Geçmişte birçok Türk büyüğü, adları Arapça ya da Farsça olduğu için Arap ya da Fars ilan edilmiş, Türk oldukları reddedilmiştir. Cabir bin Hayyan, İbn-i Sina, Selahattin Eyyubi, Şah İsmail gibi bilim, sanat ve devlet adamları Türk olmalarına karşın öyle bilinmemektedir. Birçok kişi “Müslüman adı” diye çocuklarına Arapça ad vermeyi seçmektedir. Daha ileri gidip “Müslüman adı” diye adlandırılan bu adların kişilere verilmemesi durumunda, o kişinin Cennet’e giremeyeceği bile söylenmektedir. Oysa Türklerin Müslüman olduğu ilk dönemlerde yaşayan Alparslan, Selçuk Bey, Çağrı Bey, Tuğrul Bey, Orhan Gazi, Ertuğrul Gazi, Timur gibi pek çok Müslüman Türk büyüğü, Türkçe ada sahiptirler.

Günümüzde birçoğumuzun adlarının Arapça ya da Farsça olduğu gerçektir. Arapça adları, çocuklarına dinsel nedenlerle koymayı isteyen kişilerin gerekçeleri bellidir. Ancak çocuklarına Farsça ad vermenin dinsel bir gerekçeyle açıklanması pek olanaklı değildir. Çünkü Farsça ne Kuran’ın özgün dilidir ne de İslam’ın ilk günlerindeki din büyüklerinin adı Farsçadır. Burada din ile açıklanamayacak bir durum söz konusudur. Bu bir özenmenin ve aşağılık duygusunun sonucu olabilir.

Oysa adlar dini değil, ekinsel; demeli ulusal konulardır. Din açısından tek sakıncalı durum, kişinin adının anlamının kötü olmasıdır. Yalnızca bu konuda bir hadis vardır. Bu konudaki hadisler şöyledir: “Çocuğa güzel isim vermek, dinini öğretmek ve vakti gelince evlendirmek, evladın babası üzerindeki haklarındandır” [Ebu Nuaym’dan] ve “Kıyamette, babanızın ismi ile beraber çağrılacaksınız. O halde isminiz güzel olsun!” [Ebu Davud’dan]… Bunun dışında dinde ad koyma konusunda bir kısıtlama yoktur. Kuran’da geçmesi gibi bir koşul da yoktur. Ayrıca “Nejat, Necla, Banu, Behzat, Serdar” gibi Farsça adlar koymak, konunun dinle ilgisi olmadığının da kanıtıdır.

Türkler, Müslüman olduktan sonra, Arap ve Fars etkisi o kadar yoğun olmuştur ki, yazılarını, adlarını ve daha birçok şeylerini değiştirmişlerdir. Bu bir din değiştirmenin çok ötesinde, ekin değiştirme olarak kendini göstermiştir. Arap ve Fars ekini ile İslam inancı birbirine girmiş, dinle birlikte ulusal ekin de değişmiştir. Ekin, dinden çok ulusal öğeler içeren bir gerçekliktir. Bu nedenle zaten Türk ekini, Arap ekini, İngiliz ekini, Japon ekini gibi adlandırmalar yapılmaktadır. Çünkü ekin ulusaldır. Ancak İslamiyet’i kabul ettiğimiz dönemde bu ayrım ne yazık ki yapılamamıştır. Cumhuriyetin ilanına kadar da net biçimde yapılamamaya devam etmiştir. Cumhuriyet dönemi, laikliğin kabul edilmesiyle bu ayrımı yapmada büyük adımlar atmıştır.

Yeryüzünde onurlu tüm toplumlar çocuklarının adlarını kendi dillerinde koymaktadır. Oysa Türkiye’de bu çok az görülen bir olaydır. Cumhuriyetin ilan edildiği günlerde Türkçe ad neredeyse hiç yoktu. Kişi adlarının neredeyse tümü Arapça ve Farsça idi. Ancak Türkçülüğün resmi politika olduğu Cumhuriyetin ilk zamanlarından ve Osmanlının son zamanlarından başlayarak “Ezgi, Ercan, İlayda, Selçuk, Alper, Kürşat, Ayça, Ergin, Özge, Yağmur, Altemur” gibi Türkçe adlar da çocuklara konmaya başlandı. Ancak gelinen aşama hala yeterli değildir. Araştırmalar, Türkçe adların sayısı artsa da, günümüzde bile azınlıkta olduğunu göstermektedir.

Ülkemizde, bugün bile Türkçe olmayan adları çocuklarımıza koymakta ısrar etmekteyiz. Veriler, örneğin geçmişten bu yana durumun pek değişmediğini göstermektedir. Örneğin; ülkemizde 1980-1990 yılları arasında erkek çocuklara en çok konan beş ad, sırayla şöyledir: Mehmet, Mustafa, Murat, Ahmet, Ali… Kız çocuklarında ise durum şöyledir: Fatma, Ayşe, Emine, Hatice, Zeynep… 1991-2002 arasında ise erkek çocuklara konan adlarda şöyle değişmiştir: Mehmet, Mustafa, Ahmet, Emre, Ali… Kız çocuklarda şöyle değişmiştir: Merve, Fatma, Büşra, Elif, Kübra… 2000-2005 yılları arasında toplanan verilere göre de durum pek değişmiyor. Erkeklerde en çok konan adlar; Mehmet, Yusuf, Furkan, Mustafa ve Emre olmuştur. Kızlarda ise; Zeynep, Merve, İrem ve Fatma yine en çok konan adlar olmuştur. Bu listelerde Türkçe olan bir tane ad vardır, o da Emre’dir. En çok tercih edilen çocuk adları arasındaki diğer tüm adlar Arapça veya Farsçadır. Konuyla ilgili olarak Atsız’ın şu sözleri dikkate değerdir: “Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları (azınlıklar dışında), çocuklarına Türkçe ad koymak zorunda olmalıdır. Batı dillerinden gelen adlar kesinlikle yasaklanmalı, ayrıca isteyen ikinci ad olarak çocuğuna Arapça ya da Farsça adlar vermekte özgür bırakılmalıdır.” Atsız her ne kadar ikinci ad olarak Farsça adı hoş görmüşse de Farsça ad koymanın bir anlamı yoktur. Bazıları Peygamber ya da bazı Arap din büyüklerinin adını çocuğuna koymak isteyebilir. Bu nedenle ikinci ad olarak Arapça bir ad hoş görülebilir. Ancak Farsça veya başka bir dilden ikinci ad koymak bile doğru değildir.

Çocuklara Farsça ad koymanın, bu işin nedeninin din olmadığını, özenmenin ve aşağılık duygusunun bir sonucu olduğundan söz etmiştik. Öyle ki, bazılarımızın adları daha sonraki dönemlerde özenilen Avrupa dillerinden bile gelebilmektedir. Örneğin; son zamanlarda ne yazık ki çocuklarımıza “Buket (Fr.), Volkan (İt.), Melisa (Rum.), Melodi (Fr.)” gibi batı dillerinden gelen adlar da verilmektedir. Daha da ilginç bir durum, geçenlerde Batmanlı bir yurttaşımızın çocuğuna “Ernesto Cheguevara” koymak istemesi ve Nüfus Müdürlüğü tarafından bu adın kabul edilmesi olmuştur. Nüfus Müdürlüğü, bu adın içinde w, q, veya x gibi Türkçede olmayan harflerin olmamasını kabul etmek için yeterli görmüştür. Oysa Türkçe olmayan ve Türkçe yazıma da uymayan bu adın konmasına izin verilmesi yanlıştır. Türkçede “ch” harfleri yan yana gelmez ve gelse de “ç” olarak okunmaz. Bu durum, devletin kişi adlarında kötüye giden duruma izleyici kalmaktan öte, bu durumu desteklediği anlamını çıkarmaktadır.

Kişi adları çoğunlukla Türkçe olmamasına karşın, soyadlar genelde Türkçedir. Örneğin 2003 yılındaki sayımda, Türkiye’de en çok görülen beş soyadı, sırasıyla şöyledir: Yılmaz, Kaya, Demir, Şahin ve Çelik… Bu sıralamadaki soyadları içinde yalnızca Şahin adı tartışmalıdır. Birçok kaynak Farsça olduğunu söylese de Türkçe olduğuna ilişkin savlar da vardır. Diğerlerinin tümü Türkçedir. Rüştü Erata, bunun nedenini şöyle açıklamaktadır: “Soyadı Yasası’nın Cumhuriyet devrimleri arasındaki önemi, din, mezhep, sınıf ve altkimlik gibi ayrımları gizleyerek tek bir ulusal kimliğin içselleştirilmesi olarak gösteriliyordu. (…) Ancak belki daha da önemlisi yeni soyadlarının, Türkleri hemen hemen aynı adları taşıyan Arap ve Acem dindaşlarından açık bir şekilde ayırmasıydı. Tekin Alp’in ifadesiyle Türk kimliği, ‘yeni kafası, yeni kültürü, yeni ruhu binlerce yıllık ulusal tarihine doğru geri giderek ırk ve kan kardeşlerine ulaşıyor, oysa adı onu binlerce yıllık ulusal tarihine ve Batı uygarlığına erişmek için kültür bakımından kendilerinden ayrıldığı Müslüman uluslar ailesi ile karıştırıyordu. Bu, geçmişten bir gölge idi ve psikolojik etkisi kesindi’. Soyadı Yasası, bu bağlantıyı koparan önemli bir adım olmuştu.”

Türkiye’de Türk vatandaşlarının büyük kısmının Türkçe ad taşımaması acı bir gerçektir ve bu durum değişmelidir. Bunun için yapılması gereken, çocuklarımıza Türkçe ad koyma bilincinin yerleştirilmesidir. Çocuklara başka dilden ad koymanın tek nedeni aşağılık duygusudur. Dinsel bir gerekçe bile çok geçerli değildir. Çünkü kişi adları; dinsel değil, ekinsel bir konudur. Türk toplumu bu konuda hızla bilinçlendirilmelidir. Ayrıca yasalarla özellikle bazı adların (Türkçe yazıma ve söyleyişe uymayan) konması kısıtlanabilir.


Dipçe: Bu yazı, "Damga" dergisinin 4. sayısında Şubat 2015'te yayınlanmıştır.
İlgili sayı için tıklayın.





Diğer Yazılar

 
Özlü Söz:
Bazılarını hep aldatabilirsiniz, bazen de herkesi. Ne var ki, herkesi her zaman aldatamazsınız. - (Phineas T. Barnum)
Mustafa Kemal ATATÜRK diyor ki:
Biz bir şeyi vicdanen iyi yaptığımıza, sözlerimizin gerçekliğine inanmış isek, ondan olduğu gibi açık, net, tereddüt ve belirsizliğe yervermeden söz etmeliyiz. (1923)


© Özlük Hakkı/Copyright 2003-2023 Hasan Şahin KIZILCIK
Öneri: 1024x768 ve üstü